Batı felsefesinin kısa tarihi - 3

Felsefenin kısa tarihi isimli kitabın özetine devam ediyoruz bu yazıda. Eğer yazı dizisinin ilk yazısını veya ikinci yazısını okumadıysanız lütfen önce konuyu anlamak için oraya başvurunuz :) Bu yazı ile kitap özetini bitirmiş oluyorum. Bu yüzden kitabı okuduktan sonra bana düşündürdüklerini de özetleyerek bitirdim. İlk yazıda bahsettiğim gibi bu bir son değil, aksine daha kapsamlı bir anlayışın başlangıcı.

Soren Kierkegaard (1813 - 1855)

Kitapta Kierkegaard 'a en çok dini inancı sorgulaması üzerinden bahsediyor. Örneğin Kierkegaard 'a göre inanç etik değerlerden üstündür. Bunu da çoğunlukla İbrahim peygamber üzerinden düşünür. Bir insanın oğlunu kurban etmek zorunda kalması biz insanlar açısından etik değildir fakat tanrının emri bizim etik değerlerimizin üzerinde olabilir. İnanç dediğimiz kavramın mantık dışı veya mantık üstü olduğunu belirtir. Hıristiyan inanışına sahip olan Kierkegaard bir tanrıya inanmakla çok can alıcı bir seçim yaptığımızı ve karanlığa adım attığımızı belirtir. Yazdığı kitabı ise kendi adını belirtmeden yayınlamıştır.

Aslında benim inanmak kavramı üzerine bir yazı yazma düşüncem var ama bunun için birkaç örneği toparlayabilmem gerekiyor. Konu sadece dini inanç ile ilgili değil ve inanmak dediğimiz eylem hiç de düşündüğünüz gibi olmayabilir. Bence Kierkegaard 'ın düşüncesi ile bu yola doğru gidiyoruz.

Karl Marx (çok konuşulur bu başlıkta :) (1818 - 1883)

Bu adamın felsefe kitabında ne işi var demiştim ilk gördüğümde, cehalet işte :D Karl Marx sanayi devrimi ile gelen patron - işçi ilişkisini inceliyor ve bunun yanlış olduğunu savunuyor. Sanayi devrimi sonrasında gerçek işi üreten işçiler sadece zengin patronlara zenginlik katıyordu ve karın tokluğuna çalışıyordu. Dünyayı işçi sınıfları ile burjuva arasında bir çatışma olarak görüyordu. Bütün işçi sınıflarının birleşmesini ve komünist bir sistem kurmasını öneriyordu. Bu sistem ile inanç veya ahlak kavramına gerek kalmayacaktı çünkü sistem tarafından herşey ideale göre düzenlenmiş olacaktı. Zaten Marx 'a göre din halkın afyonuydu. Bütün bu yetenek ve emek sömürüsü sisteminin işlemesini sağlayan şey, insanların bir dine inanarak almaları gereken karşılıktan vazgeçmeleri ve sabretmeleri idi.

200 yıl önce de üreten işçiler sadece zengin patronlara zenginlik katıyordu, 200 yıl sonra günümüzde de başka formatlarda aynı sistemler geçerli. Yani 1 adım ileri gidemedik bu açıdan. Sanayi devrimi kapitalizm devrimine dönüşmüştür bakıldığında. İnsanoğlu Machiavelli 'nin dediği gibi bencil ve aşağılık bir yaratıktır belki de. Toplumsal refaha dönüşmesi gereken gelişme ve ilerlemelerin para sahiplerinin tekeline geçiyor olması ve yetenek sahiplerinin yani sistemin gerçek dişlilerinin sistem içerisinde kendi kendilerine öğütülüyor olması, insanoğluna gereğinden fazla güç verilmemesi gerektiğini de kanıtlar bence. Bu konuda ayrıca uzun uzadıya yazabilirim. Özetle şöyle söyleyeyim: İyi niyetli de olsa kötü niyetli de olsa sistemlerin kendilerini korumak için gözle görünmeyen refleksleri vardır. Kötü niyetli sistemlerde bu refleksler hak ihlalleri veya baskı yolu ile kendini gösterir, iyi niyetli sistemlerde ise özveri ile.

Din beynin afyonudur çıkarımı dışarıdan ve yüzeysel bakıldığında doğru görünen bir çıkarımdır. Ama bu noktada sorun şu: Marx, sorunun dini kullananlarda değil de dinin kendisinde olduğunu düşünüyor. Bu yanılsama da aynen günümüzde geçerli. Bu konuda da 1 adım ileri gidemedik. Komünist rejimlerde yönetim insan doğası ile harmanlandı ve o doğanın içine de şeytan karıştı. Bu yüzden normalde dünyanın en berbat sistemi olmamasına rağmen marksistler şeytan gibi görünüyor. Yani yine kurallar değil uygulayanlar bozuk. Yine insan bozuk. Ayrıca gördüğüm kadarıyla komünizmin baş düşmanları da para babaları, ki bu da hiç tesadüf değil :D

Friedrich Nietzsche (1844 - 1900)

Çok çok çok konuşulan ve üzerinde atılıp tutulan ve sanırım tam olarak anlayamadığım tek filozof :D Kitapta da okusam internette de araştırsam ne demek istediğini kavrayamıyorum. Nietzszche 'nin ömrünün son yıllarını kaptığı bir mikrop yüzünden akıl hastası olarak geçirmesi tesadüf müdür diye de düşünüyorum bir yandan. Nietzsche 'nin ölümünden önce zihinsel sorunlar yaşamaya başladığı için eserleri kız kardeşine emanet kalmıştır. Kız kardeşi ise yahudi düşmanı bir nazi olduğu için yazıları veya düşünceleri çarpıtılmış olabilir. Nietzszche "tanrı öldü" der ve sanrım burada tanrıya inanmanın artık gereksiz olduğunu ve insani değerlerle toplumsal sistemlerin kurgulanabileceğini savunur. Yada bana öyle geliyor :) Düşünceleri üzerine derinlemesine konuşulabilecek kadar zeki birisidir fakat ben nedense onun frekansına giremiyor ve yorum yapamıyorum. Nietzsche 'yi daha detaylı anlatan bir Türkçe video burada mevcut, ilgilenirseniz bakabilirsiniz.

Sigmund Freud (1856 - 1939)

Freud bilinçdışı kavramını keşfeden ünlü psikiyatristtir. Freud 'a göre iyi ve kötü kavramları üzerinde sorgulamalar yapan filozoflar insanın neden ve nasıl iyiyi veya kötüyü seçtiğini tam olarak açıklayamamıştır. Freud bunu daha bilimsel bir yolla insan zihninde yer edinen bir olgu olarak düşünmüştür ve buna bilinçdışı demiştir. Bilinçdışının ise rüyalarda ortaya çıktığını savunur. Rüyalarda çoğunlukla cinsel imgelerin bulunduğunu söyler ve bilinçdışını ilkel dürtülerin yuvalandığı bir kavram olarak düşünür. Bu yüzden rüyalarda görülen cisimleri cinsel dürtüler ile açıklar.

Bu görüş size mantıksız gelebilir fakat bu kadarı ile Freud 'u eleştirip hakkını yememek lazım. İnsanların anlamsız görünen hatalarının arkasında bir korku veya kaygının olabileceğini de söyler. Mesela çocuk sahibi olmaktan korktuğu için sağlıklı ve normal bir erkeğin cinsel sorunlar yaşaması mümkündür. Psikiyatristler bilinçdışının güçlenerek fizyolojinize bile etki edeceğini söyler. Yani bir erkeğin üreme hücrelerinin kalitesi bile bilinçdışı etkilerle düşebilir.

Bilinç ve bilinçdışı konusunda yapılmış bazı araştırmalar da var. Günümüzde tıp ve teknoloji ilerlediği için insanların beynindeki aktiviteleri takip edebiliyorlar. Bir insanın bir eylemi yapmaya veya bir soruya bir cevabı vermeye karar vermeden önce beyninde bazı sinyallerin oluştuğunu gözlemliyorlar. (Buna benim bir açıklamam var ama o başka bir yazıda olacak :) Libet deneyleri dediğimiz bir deney ile insanların bir kararı vermeden 10-20 saniye önce beyinlerinde bazı sinyallerin oluşabildiği söyleniyor. Buradan da hür iradenin olmadığı ileri sürülüyor. Fakat bu deneylerde garip olan şey, karar verecekleri kurguda düşünceye fazla yer kalmaması. Örneğin 2 kalemden birisini seçmek gibi fazla parametre içermeyen seçimler. Bunun gibi seçenekler alışkanlıklarla da ifade edilebilir ve buna da bilinçdışı diyebiliriz. Bu da hür iradenin yok olduğunu göstermez.

Daha karmaşık bir seçim yapılsaydı, mesela yaşlı bir adamı mı ölümden kurtarırdınız veya yeni doğmuş bir bebeği mi sorusu gibi? Bebeği kurtarırsanız ileride bir canavara dönüşebilir ama yaşlı adamı kurtarırsanız 2 gün sonra kendiliğinden ölebilir. Bunun kararı saniyeler öncesinden gerçekleşmeyecektir. Bu süreçte bilinçdışının gönderdikleri ile frontal bölgeden gelenler çarpışıp duracak ve sonuçta bir karar belirecektir. Bu frontal bölgenin veya bilinçdışının kazandığı anlamına gelmez her zaman. Bu konu çok su kaldırır tabi uzatmayayım şimdilik :)

Rüyaların bilinçdışının yansıması olduğu konusunda bilimsel kanıt var mı bilmiyorum ama katılıyorum bu görüşe. Rüya görme dediğimiz durum yarı aktif düşüncedir. Ben rüya anında gerçekliği çok fazla sorguladığım için rüya gördüğümü bilerek bir senaryo izliyormuş gibi seyirci kalabilidiğim çok oluyor :) Hatta rüya içinde rüya görme ihtimaline karşı da bir mekanizma geliştirmiş olabilirim. Rüya içerisinde gördüğüm durumun daha önceden bildiğim şeylerle olan ilişkilerini sorguluyorum. Mesela rüyamda babam gelse sana araba aldım dese, bu parayı nereden buldu veya benim arabaya birşey mi oldu gibi sorular geliyor aklıma. Buradan da bu bir rüya tabi ki olur böyle anlamsız şeyler çıkarımını yapabiliyorum :)

Jean Paul Sartre (1905 - 1980)

Ateist bir varoluşçudur kendisi garip bir şekilde. Var olma anlamını bir bakıma kendi kendini var etme olarak görür. İnsanı insan yapanın eylemleri ve seçimleri olduğunu düşünür. Mesela başınıza sizin elinizde olmayan kötü birşey geldiğinde üzülmeniz yani verdiğiniz tepki sizin elinizdedir, stoacıların dediği gibi. Bu yüzden Sartre 'a göre fazla özgürüzdür, istediğimiz olaya istediğimiz tepkiyi verebiliriz ve bu kadar özgürlük de sırtımızda bir yüktür. Başka bir varoluşçu Albert Camus ise bir antik yunan hikayesini örnek verir. Bu hikayedeki Sisifos, tanrıları kandırmaya çalışır ve tanrılar tarafından cezalandırılır. Bu ceza bir kayayı bir çukurdan yuvarlayarak çıkarmaktır fakat kaya her seferinde çukura geri düşer ve döngü böyle sürer gider. Camus ise anlamsız bile olsa bu durumda Sisifos 'un mutlu olması gerektiğini söyler. Var oluşunun amacını yaşamaktadır çünkü. Kayayı yukarı yuvarlamaya çalışmak senin hayatının anlamıdır der bir bakıma.

Ben varoluşçuluğu bu kişilerden okuduğumda saçma bir yaklaşım olduğunu düşündüm :D Yada ben biraz farklı biliyordum da bana saçma geldi. Bu varoluşçuluk değil varedişçilik. Yada ben mi yanlış anlıyorum bilemedim. Varoluşçuluk kavramının benim bildiğimden daha geniş olduğunu biliyorum. Satre 'ın bahsettiği fazla özgürlük kavramı yani verdiğimiz tepkilerde özgür olmanın ağırlığı çok can alıcı bir kavramdır gerçekten de. İnsan bir noktada keşke bu kadar özgür olmasaydım diyebilir. Philippa Foot 'da örnek gelecek.

Hannah Arendt (1906 - 1975)

Kitapta bu kadın ile ilgili çoğunlukla bir nazi mühendisi üzerine olan düşünceleri anlatılıyor. Adolf Eichmann naziler döneminde yahudilerin demiryolu ile toplama kamplarına gönderilebilmesi için çalışmalar yapıyordu ve bunu bir görev olarak yaptığına inanıyordu. Savaş sonrasında yakalanıp yargılanırken yaptığının bir suç olmadığını söyleyecekti. Arendt ise bu durumu kötülüğün sıradanlığı şeklinde ifade ediyordu. Eğer Eichmann sözlerinde samimi ise ya gerçekten sığ ve düşüncesiz birisi idi yada sadece emirleri yerine getiren bir korkaktı. Her iki durumda da yaptıkları ile emirlere uymuş olsa da kötü bir sisteme hizmet etmekte idi. Eichman 'ın kan görmeye dayanamayan birisi olduğu da söyleniyor. Belki de gerçekten kendini bir iş fırsatını değerlendiren sıradan bir vatandaş olarak görüyordu. Yahudi düşmanı olup olmadığını bilmemize imkan yok.

Buradan konu başka yerlere de dağılır, ülkeniz için çalışıyorsunuzdur ama ülkenizi yönetenler sizin ürettiklerinizi başkalarına zarar vermek için kullanıyor olabilir. Bundan haberiniz bile olmayabilir. Veya iş yerinizde var gücünüzle çalışıp katma değer üretip sadece kapitalist bir canavarı besliyor da olabilirsiniz. Günümüzde bu ihtimaller beni ciddi manada rahatsız ediyor. Çoğumuz istemeden Eichmann 'lar mı oluyoruz?

Philippa Foot (1920 - 2010) - Judith Jarvis Thomson (1929 - 2020)

Bu iki düşünürün öne sürdüğü düşünce deneyi çok enteresan. Düşünün ki bir tren kontrolsüz bir şekilde raylarda gidiyor ve ileride çalışan 5 işçiyi ezerek öldürecek. Fakat siz yakınınızdaki makası değiştirerek treni diğer raya yönlendirebiliyorsunuz. Bu ray üzerinde ise 1 işçi bulunuyor. Bu durumda makası değiştirip ölecek olan 5 kişiyi kurtarıp 1 kişinin ölümüne sebep olmak ister miydiniz?

Peki burada 5 kişiyi kurtarmak için 1 kişiyi feda etmek mantıklı görünüyor ise (ki büyük ihtimalle seçiminiz bu olurdu), hastanede sağlıklı bir insanı öldürüp bu insanın organlarını yaşamak için organ bağışı bekleyen 5 kişiye dağıtır mıydınız? Görünüşe göre burada da sağlıklı bir insanı öldürmeniz gerekiyor :)

Tren örneğinin bir farklı versiyonunda ise tren 5 kişiyi ezmeye giderken rayların üzerindeki köprüde şişman birisi ile beraber gözlem yaptığınızı farz edin. Bu durumda şişman kişiyi aşağı iterseniz veya bir şekilde raylara düşmesine vesile olursanız tren ona çarpıp durabilecek. Bu durumda aktif olarak bu eylemi gerçekleştirir miydiniz? Kendi elinizle normalde zarar görmeyecek bir insana zarar verir miydiniz?

İşte bu üç örnek temelde genel geçer doğru - yanlış, iyi - kötü gibi kavramlara varamayacağımızı gösteriyor. Bu örneklerde insanların vereceği cevaplara göre insanları iyi veya kötü olarak değerlendiremezsiniz. Realist veya irrasyonel veya duygusuz ...vs gibi nitelemeler yapılabilirsiniz. Yani bir anlamda (benim ara sıra söylediğim gibi) iyi - kötü, doğru - yanlış, gerçek - sahte gibi kavramlar insan üstü kavramlardır. Yerine göre farklı yansıyabilir.

John Rawls (Benim düşüncelerimin düşünülmüşü var :) (1921 - 2002)

Adalet ve eşit imkanlar üzerine düşünmüştür çoğunlukla. Rawls 'ın adil toplum tasarısının temelinde şöyle bir düşünce var, kendinizi belli bir yere koymadan toplum tasarlamak. Yani hangi konumda olacağınızı bilmeden bir sistem ortaya koymak. Ki bu sayede bencillik yapmadan bir sistem oluşturabilirsiniz. İnsanların bazı temel ve mutlak özgürlüklerinin olduğunu söyler ve bunların talihsiz yerlerde doğup büyüyen insanlarda da olması gerektiğini savunur. Ekonomik anlamda ise en fakir kesimin refah düzeyi artmadıkça daha zenginlerin türememesi gerektiğini düşünür. Benzer şekilde Rawls, doğuştan yetenekli bir sporcu veya zeki bir insan olmanızın çok para kazanabilme hakkınız olduğu anlamına gelmediğini de söyler.

Minimum refah yükselmeden maksimum refah yükselmemeli görüşüne katılıyorum. Zaten fakirden çalmadan veya sömürmeden zengin olmak konusunda bir sorun yok. Esas sorun fakirleştirerek veya sömürerek zenginleşmekte. Buradaki minimum refah düzeyi ise küresel dünyada heryeri kapsıyor.

Peter Singer (1946 - ...)

Son düşünürümüz Peter Singer 'ın görüşlerine de çoğunlukla katılıyorum. Yine bir örnek veriliyor kitapta. Mesela boğulmak üzere olan bir çocuğu kurtarmak için çok sevdiğiniz kıyafetlerinizi suya atlayarak mahvedebilirsiniz ve bunu ahlaki olarak yapabilirsiniz. Peter Singer şunu sorar: Bu çocuk için hissettiğinizi dünyadaki bütün çocuklar için neden hissetmiyorsunuz? Bu çocuk için yaptığınızı neden dünyadaki bütün çocuklar için yapmıyorsunuz? (Gözünüzün önünde olmadığı için mi?) Mesela doğru yardım kuruluşuna küçük de olsa bir yardımda bulunarak birilerinin hayatında büyük bir fark yaratabilirsiniz Veya ülkenizde bugün ne yesem diye düşünenler varken açlıkla karşı kaşıya kalan insanlar için de birşey yapıyor olmanız gerekir. Bu yüzden Peter Singer için John Rawls 'ın felsefesinin etik değerlere uygulanmış halidir diyebiliriz.

Başkaları yardım yapıyordur nasılsa dememeli insan, bu şekilde sorumluluğu herkes başkasına atmış olur çünkü. Ama sadece yardımla ayakta duran toplumlar da oluşturulmamalı der Singer, bu şanssız insanlara yaşamaları için gerekli donanım ve üretim imkanı sağlanmalı. Bugün dünyada bu söylediklerim varsayımsal şeyler değiller, fiziki olarak gerçekleşiyorlar. Bu açıdan en gerçekçi ve en somut çıkarımların Peter Singer 'dan geldiğini görüyorum.

Bir yandan da dünya üzerinde amip gibi çoğalma durumumuz var. Bu yüzden sonlu bir kaynağı sınırsız tüketebilecek gibi davranıyoruz. Tarihin akışının da kendince bir devinimi var ve varacağı bir nokta var. Hegel 'in bahsettiği gibi. Böyle düşününce ideallerin gerçekleri yenemediğini de düşünüyor insan. Bu noktada kendi kendime konuştuğum için birşey anlamıyorsunuzdur :) Biz gelelim benim bu kitaptan edindiğim tecrübe ve çıkarım bölümüne.

Tecrübe ve çıkarımlar

Koskoca batı felsefesi tarihinin özetini okumuş oldum ve bu noktada ansiklopedi dolduracak kadar geniş bir birikim olduğunu fark ediyorum. Kitabı okumaya başlamadan önce bu kadar büyük bir dünya ile karşılaşacağımı ve bu dünyanın içinde kendince bağlantılar olduğunu bilmiyordum. Kitabın son cümlesi çok hoş: Felsefe tuhaf sorularla ve zorlu meydan okuyuşlarla başladı. Çevremizde Peter Singer gibi at sineği filozoflar oldukça Sokrates 'in ruhunun felsefeyi şekillendireceğini söyleyebiliriz.

Birçok filozofta gördüğüm ortak nokta savundukları fikirlerde uç noktalara gitmeleri ve bu yüzden garip çıkarımlara varmış olmaları oldu. Bir felsefi akım veya düşünce tarzı insanın hayatında karşılaşabileceği bütün durumlara bir cevap veya yönerge bulamayacaktır zaten. Yani her insan kendince bir hayat felsefesi bulabilir bu hayatta ama sizin hayat felsefeniz bütün insanlığın hayat felsefesi olabilecek kadar kapsamlı olamaz. Veya dünyadaki bütün olası senaryolara cevap verebilecek bir formül bulmamız zaten mümkün değildir. Aşırıya kaçma durumunu fizikte kara deliklerin merkezinde olabileceği söylenen singularity isimli sonsuzluğa benzetiyorum. Varlığı formüllerde bir noksanlık olduğunu gösteriyor ama çözümü de bulunamıyor :)

Büyük resme bakmaya çalıştığımda Sokrates zamanında "insan felsefe ile neden uğraşır, neden sorular sorar, merak eder" gibi düşünceler görüyorum. Fundamental ve soyut düşüncelerdi bunlar. Sonrasında ise felsefe zaten kabul görmüş ve neyi nasıl açıklayacağı üzerine kafa yorulmuş. Zaten somut çıkarımları da soyut temel kabuller üzerine yapıyoruz çoğunlukla. Benim görüşlerini beğendiğim scala ise Sokrates 'ten günümüze kadar farklı filozoflara uğruyor :D Belki de temelde birbirine ters düşen filozofların görüşlerine de katıldığım olmuştur. Beni heyecanlandıran bu aslında. Bir çeşitlilikten süzerek birşeyler çıkarabilmek. Fakat bir noktada doğu felsefesini de öğrenmem lazım gerçekten kaliteli bir süzgeç oluşturabilmek için. Dikkat ederseniz kitapta Boethius ile Anselmus arasında 600 yıl boşluk var. Bu sırada islamiyet yayılıyor ve islam düşünürleri sahneye çıkıyordu mesela.

Kitapta tarihsel süreçle de alakalı olarak birkaç yerde nazilerle ilgili anlatımlar yapılıyor ve yol açtıkları felaketlerden bahsediliyor. Acaba bundan 5-10 yıl sonra da Amerika, Rusya, İsrail, Çin gibi işgalci devletlerin yaptıkları hakkında konuşan filozoflara yer verilir mi? Noam Chomsky bunlardan birisi mesela. Eminim bir gün birileri çıkıp nazi örneğinin yanına modern terör anlayışını da katıp beraber anlamlandıracaktır.

Bu yazı dizisinde yazdığım bütün filozoflara sonuna kadar katıldığım anlamını çıkarmayınız. Ben de bir kişinin kendi bakış açısından yazdığı bir kitabı ve filozofların görüşlerini kendi bakış açımdan değerlendirdim. Subjektifin subjektifini okudunuz. Bu yüzden düşüncelerimi eğik font ile yazdım. Ayrıca kitaptaki bazı isimleri de ilgi çekici bulmadığım için atladım. Yine de "Honorable mentions" denilen bir kavram var. Benim listemde veya kitapta yer almasa da değinmeye, araştırmaya veya bahsetmeye değer başka filozoflar var. Bunlar Leibniz (kitapta çok kısa yer veriliyor), Heraklitos, Heideger olabilir. Chomsky 'yi de 20. yüzyılı anlamak adına youtube 'da dinlemenizi veya okumanızı tavsiye edebilirim.

Peki benim bir çıkarımım var mı? Aslında var ama henüz yeterince anlamlı değil. Bir şekilde insan - inançlar - evren üçgenini tamamlamak istiyorum. Bu yüzden konu çok genişliyor ve bilgim yetmiyor :) Bu yazı dizisi bu nihai noktanın bir öncüsü idi. Kant, Freud ve Anselmus üçlüsü başlangıç için mantıklı olabilir gibi görünüyor. Platon ve Pyrrhon ikilisi bir araya gelebilir diye görüyorum. Konu sosyal bağlama geldiğinde Marx, evet bildiğimiz Karl Marx, Rawls ve Singer üçlüsü anlamlı görünüyor. Leibniz 'in mükemmel çıkarımları var. Hegel büyük resmi çizebilir. Bir yandan kuantum fiziğini de unutmamak gerek. Ama şu anda bu bahsettiklerimden bir çorba yapsanız tadı anlamsız ve iğrenç olabilir. Esas mesele önceki yaşanmışlıklara bakıp düzgün çorba tarifini, yönergesini veya manifestosunu oluşturabilmekte. Batı felsefesi tarihi özeti yazı dizisi burada bitiyor. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere :)


Bir yorum yazabilirsiniz