Batı felsefesinin kısa tarihi - 2

Felsefenin kısa tarihi isimli kitabın özetine devam ediyoruz bu yazıda. Eğer yazı dizisinin ilk yazısını okumadıysanız lütfen önce konuyu anlamak için oraya başvurunuz :) Bu yazı ilkinden uzunca olacak ister istemez. Çünkü son yazıda biraz da kendi düşüncelerimi yazmış olacağım.

Anselmus (1033 - 1109) - Aquinas (1225 – 1274)

Hıristiyanlık ile felsefeyi birleştiren başka bir filozof ikilisidir. Anselmus 'un tanrı için çok teknik bir tanımı var, "tanrı kendisinden üstün birşey tasarlanamayan varlıktır" şeklinde. Bu açıdan bakıldığında tanrı benim düşünebildiğim ve sınırlarını çizebildiğim birşey de olamayacaktır. Kendisinden üstün birşey tasarlanamayan bir varlığı ben tasarlayamam. Ayrıca sadece tanrı fikrine sahip olmak bile tanrının varlığını kanıtlar Anselmus 'a göre. Bu düşünce ile daha sonra alay edenler de olmuştur. Aquinas 'a göre ise tanrı var olan herşeyin nedensiz nedenidir, çünkü sürekli neden var sorusunu sorduğumuzda ve ilk sebebi aradığımızda bir çıkmaz noktaya düşebiliriz. İlk neden tanrıdır ve tanrının nedeni yoktur, nokta :)

Anselmus 'un yaklaşımı insan seviyesinden, yani yeryüzünden, bakıp yukarıda gördüğümüz yıldızları tarif etmek gibi. Yıldızların niteliğini değil ancak niceliğini tarif edebiliriz çıplak göz ile. Parlak yıldız beyaz yıldız uzak yıldız sıcak yıldız... Yıldızdan ötesini bilmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyarsınız. Diğer fikir olan sadece tanrı fikri bile tanrının varlığını kanıtlar düşüncesi biraz garip geldi bana. Çünkü bana sorarsanız ileriye veya derine veya mükemmele gitme sınırımın bittiği bir yerin olması ve ilerisinden haberdar olmamama ihtimalimin olması tanrının kanıtıdır. Ayrıca nedensiz neden argümanı felsefi bir düşünce değildir. Bu bir ön kabuldür. Zaten tanrı kavramı ve felsefe arasında bir noktada kaçınılmaz bir boşluk vardır.

Niccolo Machiavelli (1469 - 1527)

Tek kelime ile günümüz siyasetinin önemli bir kısmını özetliyor diyebiliriz Machiavelli için. Felsefi yaklaşımını biraz da içinde yaşadığı orta çağ İtalya 'sı belirlemiştir. Yöneticilerin bazı durumlarda gücünü ve iktidarını korumak için yalan söylemesinin veya haksızlık yapmasının olağan ve hatta gerekli olabileceği düşüncesini dile getirmiştir. (BAZI durumlarda, HER durumda değil !!!) Bu düşüncenin temeli insanların bencil olduğu ve devlet yönetmek gibi sorumlulukların naiflik veya hata kaldıramayacağı gerçeğidir.

Machiavelli 'nin hesaba katmadığı şey ise devletlerin bencil dediği insanlar tarafından yönetiliyor oluşudur tabi. Bu da onun düşüncelerini benimseyen insanların devlet yönetimini sorumlulukla değil menfaatlerle yapacağını işaret eder, ki uzun yıllardır böyle de oluyor. Yani insanlar kendilerinin bencil varlıklar olduğunu doğruluyorlar ve Machiavelli haklı çıkıyor. Bazen de insan gerçekten devleti ve insanları riske atmak isteyenlere karşı olağan dışı tedbirler alınabileceğini düşünmüyor değil. Gelgelelim insanlar aleminde yaşıyoruz ve gücü eline alan herkes TEKRAR TEKRAR Machiavelli 'yi doğruluyor ve bencilleşiyor.

Thomas Hobbes (1588 - 1679)

Hobbes ise Machiavelli 'den bir adım öteye gidiyor ve bencil olan insanların aynı zamanda kötülük sahibi de olduğunu ve sadece kanunlarla durdurulabileceğini düşünüyor. Bunun için devlet dediğimiz bir kurum gerekiyor tabi. Fakat bu kurum demokrat bir sistemin kurumu değil otokrat ve mutlak güç sahibi bir kurum olmalı Hobbes 'a göre. Leviathan isimli kitabında bu düşüncelerini anlatır ve gariptir bu ismi ben filmlerde ve dizilerde duydum, bir deniz canavarının ismidir bu. Toplum Sözleşmesi olarak bu kitabı duymuş olabilirsiniz.

İnsanların kötü olabileceği gerçeğini göz önünde bulundurunca ve iyiliğin ve adaletin kötülüğü alt edemediğini düşününce, kötülük ihtimaline karşı mutlak güç ve hatta belki de zorbalık gerektiği çıkarımlanabilir. Çivi çiviyi söker gibi düşünülebilir. Ama Machiavelli 'de olduğu gibi insanlar bencil olunca kötülüğün karşısında duracak güçler genelde oluşmuyor. Bu dünyada insan kötülüğü getirdiği halde kötülüğü durdurmaya çalışmıyor özetle. Hobbes ve Machiavelli ikilisi dünyanın insanlar eli ile berbat bir hale geldiğini kanıtlıyor.

Descartes (1596 - 1650)

Bu noktadan sonra Descartes ile madde-mana ilişkisi üzerine düşünmeye geçiyoruz. Bundan sonraki başlıklarda da daha ince ama derin başlıklara giriyor olacağız. Bir dönüşüm var gibi bu noktada, fundamental kavramları direkt olarak konuşmak yerine etrafında dolaşıp onları anlamlandırabilecek kavramlar üzerine düşünülüyor sanki. Mesela günümüzde kara delikleri direkt olarak gözlemleyemiyorsunuz fakat etrafındaki yıldızların hareketinden yerini belirliyor ve etrafındaki maddenin saçtığı ışıktan da resmedebiliyorsunuz.

Koordinat sistemini keşfeden kişidir Descartes, ki ben bunu bilmiyordum şaşırdım. Şüpheciliği ile tanınır fakat anlayışı Pyrrhon 'dan farklıdır ve duyuların aldatıcı olabileceğine inanır. Tekil gerçekliği bulmak ister. Bu yüzden "acaba şu anda rüyada olabilir miyiz" sorusunu sorar. Sormakla kalmaz ve bunu kanıtlamanın imkansızlığını belirtir. Kötü niyetli cin benzetiminde bunu anlatır. Bir varlığın bizi ve düşüncelerimizi yönetebileceği üzerine kurgulanmıştır bu örnek. Mesela şu anda bir cin tarafından kontrol ediliyor ve bilinçli olarak bu yazıyı okuduğunuzu sanıyor olabilirsiniz. Veya cinin evinde bir kavanozdaki bir beyinden ibaretsinizdir. Bu örnek günümüzde bildiğimiz matrix 'in tam karşılığıdır. Martix 'te isek bunu kanıtlamak neredeyse imkansız olurdu. Descartes buradan hareketle "düşünüyorum, demek ki varım" çıkarımını yapar. Çünkü düşünmek var olmanın sonucudur, manipüle ediliyor bile. Var olmadan düşünce olmazdı, deneyim olmazdı. Peki ben var isem nasıl varım diye bir soru daha yapıştırır. Buradan da ikicilik fikrini ortaya atar. Bu fikire göre ruh ve madde dediğimiz iki ana yapı vardır evrende. Bunlar bir noktada kesişir ve böylece bizim bildiğimiz konuşan ve düşünen insan ortaya çıkar.

Kendimi Descartes ve Socrates birleşimine çok benzetiyorum bazı açılardan. 7 yaşımda iken bir keresinde gece altımı ıslattığımda düşünmüştüm, şu anda rüyada isek ve tuvalete gittiğimizde başka dünyada altımızı ıslatıyorsak diye :D Çünkü rüyamda tuvalete gidip bir güzel bırakmıştım ve bu bana çok koymuştu :) Descartes benim gibi altını ıslatmamıştır tabi ama tahminim dini öğretilerden esinlenmiştir. Sonuçta bu dönemde hıristiyanlık da yaygındı avrupada. Yanlış bilmiyorsam epifiz bezi dediğimiz bir noktada insanın meta alem ile bağladığını söylüyor. Bu konunun içine tıp bilimi de girer ve üzerinde çalışılabilecek bir kütüphane dolusu bilgi çıkar.

Blaise Pascal (1623 - 1662)

Pascal dini bütün birisidir ve tanrıya inanma üzerine düşünmüştür. Tanrının var olma ihtimali olduğu için inanan birisi olmak inanmayan birisi olmaktan daha anlamlı olacaktır çıkarımını yapmıştır. Olmayan bir tanrıya inanmış isek kimse bizi cezalandırmayacaktır çünkü. Ama olan tanrıya inanmamış isek sonuç kötü olacaktır. Pascal kötümserdir ve insan olarak sürekli çile çeken aşağılık varlıklar olduğumuzu düşünür. Gariptir buna rağmen tanrının Descartes gibi akılla değil kalp ile bulunabileceğini savunmuştur. Barometre ve basınç birimi olan pascal 'ın mucitidir ve matematik konusunda yeteneklidir.

Pascal 'ın çıkarımının benzerini ben de düşünmüştüm. Tanrı yoksa ben boşuna kulluk etmiş olurum. Bundan başka birşey kaybetmem. Ama tanrı varsa ona kulluk etmeyen büyük zarara uğrar. O zaman inanmak daha mantıklı değil mi en azından kendini kurtarmak açısından :D Pascal inanmanın çok büyük bir sorumluluk olduğunu da düşünür zaten.

Spinoza (1632 - 1677)

Spinoza panteizmin öncüsüdür. Tanrının çok karmaşık olan bu evrende herşey olabileceğini ve bunun mantık yolu ile anlaşılabileceğini savunur. Yani tanrı doğanın ta kendisidir. Doğal olarak (kaçınılmaz olarak) buradan özgür iradenin var olmadığı çıkarımını da yapar. İnsan bir taştan farksızdır mesela havaya atarsanız ikisi de yere düşer :) Yani insan bu karmaşık sistem içinde sadece bir yolcudur. Spinoza yahudiler tarafından dışlanmış ve kınanmıştır. Hayatta bir amaç aramak yerine yaşama dürtüsüne odaklanmıştır.

Günümüzde (belki de tepki çekmemek için) ateist olduğunu söylemeyen ama evrende harika düzenlerin işlediğini belirten bazı biliminsanları da bu görüşten bahsediyor. Brian Greene 'den duymuştum bu düşünce tarzını. Benim hücrelerim aktive oluyor ve ben hür irademle konuşuyormuş gibi hissediyorum ama bu bir yanılsamadır diyor.

Spinoza bilinç ve özgür irade konularına değindiği için aslında uzun uzun konuşulabilir. Bana sorarsanız panteizm ile tanrımsı bir olgu var ortada. Fakat bu durumda insanüstü kavramlar (mesela sorumluluk gibi) açıklanamaz oluyor sanki. Yada bir açıklaması varsa da ben bilmiyorum :) Sanırım tanrının olağan yansımaları veya uzantıları olarak bizim değer yargılarımız oluşuyor derlerdi. O zaman ben diyebileceğim bir varlık da yok demektir. Fiziksel olarak etkileşimde bulunan bir tanrı parçacığıyımdır ben. Neyse giderek beynim yanıyor geçeyim diğer filozofa :)

John Locke (1632 - 1704) - George Berkeley (1685 - 1753)

Daha önce blogda "Bir Kere" kavramı başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu düşünce bana John Locke 'ı okumadan çok önce yerleşmişti :) İnsanoğlu fizyolojik ve psikolojik olarak her saniye bir şekilde değişiyor demiştim fakat bunu kelimenin tam anlamı ile değil de benzetim amaçlı söylemiştim. Locke ise bu düşünceyi ileri taşımış. Örneğin önceden işlediğiniz bir suçu yaşlanıp unuttuğunuzda o suçtan sorumlu olmamanız gerektiğini söylüyor Locke. Bu bir anlamda o günkü kişi ile bugünkü kişi aynı mıdır sorusunu sormaktır.

Ondan ilham alan Berkeley 'in sorusu ise kişilik üzerine değil gerçeklik üzerinedir. Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen bir ağacın ses çıkarıp çıkarmadığından nasıl emin olabiliriz diye sormuştur. Bu yüzden gözlemlenebilmek var olmaktır sonucunu çıkarır. Gözlemlenebiliyorum o halde varım demektir bu. Ayrıca gerçeklik üzerine yaptığı sorgularının hepimizin bildiği Matrix dünyasına da ilham verdiğini söyleyebiliriz.

Locke kitapta bahsettiğinden daha karmaşık düşüncelere sahip. Duyumsamak ve deneyimlemek üzerine düşünceleri var ve bunların dini inanışlara ters düştüğü söyleniyor. Deizme kapı araladığı söyleniyor. Berkeley 'in sorusunda ise bana göre biraz tezat var. Kimsenin olmadığı bir ormanda bir ağaç devrilirse ağacın devrildiğinden de kimsenin haberi olmayacaktır ki. Zaten bilinmezin doğası budur, üzerine sadece varsayımlar yapılabilir. Bu konu kuantum fiziği çalışmalarında da konu olacak, kendisinden 200 yıl sonra :) Gözlemlemek var etmek değildir bence, her ne kadar kuantum fiziğinde olasılık fonksiyonunun sonlanması durumu olsa da. Ama Berkeley 'in kendi algılarımızdan ötesinin varlığını kanıtlayamayız yaklaşımını anlamlı buluyorum.

David Hume (1711 - 1776)

Tanrı ve tasarım argümanlarına tepki olarak ortaya çıkmıştır :) Bir sistemin muazzam bir şekilde işlemesinin onun bir tasarımcı tarafından tasarlandığını kanıtlamayacağı düşüncesini savunur. Mesela tanrı dediğimiz varlığın kusurlu insanlar da yarattığını açıklamak için "şu anda bir üst varlık düzgün insan tasarlamaya çalışıyor ve bazıları kusurlu çıkıyor olabilir" der. Sonuçlara bakarak nedenlerin açıklanamayacağını çıkarımlar. Hume 'a göre nedensellik mantıklı değildir.

Sonuçların nedenleri açıklamayacağı argümanı esasında mantıklı bir argüman. Çünkü aynı sonuca farklı nedenlerden de ulaşmak mümkün olabilir. Fakat tanrı konusunda düşündüğümüzde tek bir sonucu direkt olarak tanrı nedenine bağlamak yerine sonuçlar silsilesini ele alırsak tanrı daha mantıklı bir açıklamaya evrilecektir. Mesela bu kalem neden var dediğimizde tanrı yarattığı için demek tabi ki anlamlı değildir. Kalemi meydana getiren süreçte tanrının rolü vardır şeklinde bir açıklama daha anlamlı olabilir. Yani bizim neden sonuç ilişkisi kurduğumuz her noktada nedenler tanrıyı ispatlamayabilir. Fakat yoktan vara geçtiğimizdeki neden tanrıdan başkası olamaz. Eğer yoktan vara geçiş olmadığını kesin olarak inkar ve ispat edebilirseniz tanrıyı da bilimsel olarak da yok etmiş olursunuz. Yani yokluğu tanımlayabilirseniz tanrı kavramını da otomatik olarak yok etmiş olabilirsiniz.

Jean Jacques Rousseau (1712 - 1778)

Rousseau 'nun görüşleri fransız devriminden hemen önce çoğunlukla insan, toplum ve devlet üçgenindeydi. İnsanların hem devlet otoritesi altında yaşaybileceklerini hem de özgür olabileceklerini düşünürdü. Bu düşünce kendi içinde çelişki barındırır ama Rousseau 'ya göre insanlar total menfaati göz önünde bulunduran eylemleri hayata geçirmeyi arzulamalıdır. Çünkü insanlar toplumsal hayata geçmeden önce kendi başlarına kötü değillerdi. Fakat toplumsal hayat anlayışı gruplaşmaya ve menfaatleri ön plana çıkarmaya sebebiyet verdi. Bu yüzden toplumsal iyiliği öncelemeyen insanlar buna zorlanmalıdırlar, bu şekilde doğruyu yapan özgür bireyler olmaya yöneltilmiş olurlar.

Rousseau 'nu görüşüne göre Machiavelli gibi insanların temelde kötü olduğunu düşünmeyen ama sonuçta suistimale açık bir devlet yapısı oluşuyor sanki. Rousseau 'nun felsefesi de kitapta anlatılandan daha geniş. Mesela insanların dünyada bir toprak parçasını "benim" şeklinde adlandırabilmesi ona çok saçma geliyor. Bu bana da çok saçma geliyor :D Bu benim 'ler birleştikçe milletler, milletleri yönetmek için devletler ortaya çıkıyor. Hobbes, Machiavelli ve Rousseau üçlüsü politik anlamda büyük düşünürler olmalarına rağmen bana sorarsanız ideal (kimseye kötülük yapılmayan) bir toplum veya dünya düzeninin mümkün olmadığını kanıtlıyorlar.

Immanuel Kant (1724 - 1804)

Felsefe tarihinde en çok konuşulan filozoflardan birisidir Kant. Metafizik üzerine uzun uzun düşünmüştür ve bu alanda öncü olmuştur diyebiliriz. Dünyayı farazi bir gözlük ile gördüğümüzü söyler ve bu filtre yüzünden esası hiçbir zaman göremeyeceğimizi belirtir. Locke gibi empirik veya Descartes gibi rasyonalist değildir. İkisinin ortası bir yerde deneyimden bağımsız bir şekilde ulaşılabilecek (su götürmez dediğimiz) bilginin var olduğunu düşünür. Kant 'ın tasvirine göre phenomena ve noumena kavramları, görülen yani gözlemlenebilen ve erişilen yani perdenin arkasındaki anlamına geliyor.

İkinci olarak da Kant 'ın ahlak felsefesi geliyor. Bu konunun felsefe dünyasında genişçe yer bulduğuna eminim :D Kant 'a göre ahlaklı olmak zorunlulukları veya ödevleri veya görevleri yerine getirmektir. Duygularınız veya iyi niyetinizle davranmış olmak ahlak değil kişiliktir. Bu anlayış biraz uç noktalara varmıştır. Mesela bir arkadaşınızın silahlı bir katilden kaçıp evinize sığındığını düşünün. Bu durumda katil kapınızı çalıp o arkadaşınızın nerede olduğunu sorduğunda ona evde değil dememelisiniz. Çünkü yalan söylemek doğal işleyişlere aykırı bir davranıştır. Ahlak kendiniz istediğiniz için değil görev bilincinde olduğunuz için ahlaktır Kant 'a göre.

Kant 'ın metafizik alanındaki düşünceleri epeyce engin. Fakat ahlak konusu biraz garip. Mesela bir askere bir çocuğu öldür emri verildiği için yerine getirmemesi de ahlaksızlık olur muydu bu görüşe göre? Bana sorarsanız iyi ahlakın çıkış noktası görevlerin tam tersine sorumluluklar ve bilinçtir. Ama ahlak konusu da kime göre neye göre sorularını beraberinde getirir ve totaliter ahlak diye bir kavram var mı diye sordurur.

Hegel (1770 - 1831)

Hegel 'e geldiğimizde enteresan bir dünyaya dalıyoruz. Hegel tarihin akışının bir anlamı olduğunu ve kendi sürecini tamamlayacağını düşünür. Epeyce karışık bir felsefesi var ve kendi kendini tamamlayan bir Tin 'den bahseder, ki bunun ne olduğu üzerinde herkes hemfikir bile değildir. Anlaşılan tin diyerek kastettiği kendi kendinin nihai noktasına varan şey demektir. Birey olarak kendini tanımanın insanı nihai noktaya ulaştırabileceğini söyler. Genel kabul gören ahlak ile evrenin nedenselliği arasında bir noktada insan vardır ve insan zihni ve algıları ile değerler oluşturur.

Bunun yanında tez - antitez ve sentez mekanizmasını ortaya atan düşünürdür. Her tez yani çıkarım, karşısında bunu çürütmek üzere gelen bir antitez ile çarpıştırılır ve sentezlenir. Sonuçta çıkan yeni bir tez yeni bir antitezi gerektirir. Bu şekilde tez çürütülemediğinde süreç kendini tamamlamış olur.

Doğayı, tanrıyı, tarihi anlamak için insanın kendisine bakması gerektiği düşüncesine katılıyorum. Anladığım kadarıyla Hegel insanoğlunun tarihte yapacağı ve ders alacağı hataların ve bunların sonuçlarının anlamlı bir noktaya evrileceğinden bahsediyor. Tarih kendisini tamamlıyor diyor. Bunun dışında tanrı gibi bir etkenin varlığına sanırım gerek görmüyor.

John Stuart Mill (1806 - 1873)

Enteresan bir deneyin ve yeteneğin sonucu olarak 12 yaşında Platon okuyabiliyor, ekonomi ve siyaset konuşabiliyormuş. Faydacı bakış açısına sahiptir ve mutlu bir hayvan olmaktansa mutsuz bir insan olmayı tercih etmenin mantıklı olduğunu düşünmüştür. İnsanlar ve özgürlükler üzerine düşünür çoğunlukla. İnsanlara toplum içerisinde kendi isteklerine göre fakat başkalarına da zarar vermeyecek şekilde alanlar verilmesi gerektiğini savunmuştur. Algı ve bilgi seviyesi diğer insanlardan daha derin veya geniş olan insanların (kısaca dahilerin) kendilerini gerçeklemek için daha özgür olmaları gerektiğini söyler. Bu da bu insanlara verilmiş daha fazla alan demektir. Bu sayede toplumda ideal olanı ve iyiyi bulabilecek kişilerin önü açılmış olur. Bu fikri savunmasının bir sebebi vardır. Bir grup için iyi olan şeyin diğer gruplar için iyi olamayabileceğini söyler ve "çoğunluğun tiranlığı" tehlikesine de ayrıca dikkat çeker. Bir ilginç not: Yaşadığı zamanda tepki çekebilecek olsa bile kadınların haklarından bahseder Mill.

Bence her insanın kaderini tamamlaması ve kendini gerçeklemesi gerektiğini savunuyor farkında olmadan. Katılıyorum ben bu görüşe. Çünkü insan yetenekli olduğu alanda hareket edebiliyor olmalı, hele ki bu alan insanlığın yararına sonuçlar üretebilecek ise. Bu açıdan toplamda katma değer üretebilecek ve üretmek isteyen insanlar, tüketenlerden veya yiyicilerden daha özgür olmalı. Çoğunluğun tiranlığı tehlikesi konusunda da çok haklıdır bence. Günümüzde demokrasi adı altında bunu zaten görüyoruz. Çünkü bazı demokrasiler insanlara verilen eşitlik ve özgürlük alanı yerine insanların kendi atlarını koşturmacası şeklinde zuhur ediyor.

Kısa bir mola daha

3. ve son yazıya geçmeden önce bir mola daha. Yavaş yavaş 1800 ve 1900 'lü yıllara geçiyoruz. Bu yüzden daha güncel sorunlar ve sorularla karşılaşacağız. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere :)


Bir yorum yazabilirsiniz